Baroness - STONE
- kaanakmansss
- 17 Eyl 2023
- 5 dakikada okunur
Taş, yerinde ağırdır.
Bazı gruplar vardır… Uzun bir süre asla dinlemezsiniz, YouTube’da Spotify’da dolanırken bir anda karşınıza çıkar ve yeniden dinlemeye başlarsınız, sonra dersiniz ki “Vay be, ne biçim grupmuş! İyi ki bu grubu dinliyormuşum.” Sonra kendi müzik zevkinizi takdir eder, ne güzel şeyler dinlemişsiniz hissiyle gününüze mutlu mutlu devam edersiniz. Hakikaten öyle bir grup Baroness.

Georgia’nın Savannah’ından sıcak sıcak çıkan Baroness aslında oldukça hatrı sayılır bir süredir piyasada. Her şeyiyle kendilerine ait ilk işleri The Red Album, ilerleyen ay ve yıllarda oluşacak renk tematiğiyle ilerleyen müzikal kilimlerini ilmek ilmek işlemeye başlıyor; ardından Blue Record, Yellow & Green (ki Take My Bones Away ve March to the Sea pek meşhurdur), Purple (ki Morningstar, Chlorine & Wine ve Shock Me’nin yeri ayrıdır) ve son olarak Gold & Grey gibi şahane işler ardı ardına gelerek diskografilerini dolduruyor.

Bu şahane albümlerden benim favorim biraz daha Pink Floyd esintisi içeren (ki Baroness sound olarak en çok Mastodon’a benzetilir) Purple olsa gerek. Objektif olarak değerlendirdiğimiz zaman geçmişlerindeki sound’larından kaynaklı olarak Sludge Metal’den biraz daha Alternatif Rock ve Psychedelic Rock ezgilerine dönüşü temsil ettiğini söyleyebiliriz. Özellikle First / Second isimli mini albümlerindeki işlere kıyasla kademeli şekilde yaşlanan, şarap gibi olgunlaşan bir sesi var Baroness’in.
STONE, Gold & Grey ne yazık ki o kadar tatminkar bir iş olmasa da, Purple’dan sonra “Daha ne kadar yaşlanıp olgunlaşabilirler?” sorusuna gerçekçi ve… biraz da üzücü bir yanıt. Birkaç aydır çıkardıkları Last Word, Beneath the Rose ve Shine teklileri ile beni aylar- belki de yıllar sonra yeniden heyecanlandırmayı başaran STONE hakkında konuşmadan önce birkaç şey daha eklemek lazım. (Evet, gerçekten de büyük harflerle yazılıyor. Buna da karakterizasyon mu deniliyordu, neydi…)

Grubun 2017’den beri başına gelen en güzel şeyin Gina Gleason ablamız olduğunu belirtmekte fayda var. Kuruluşundan bu yana değişmez üyemiz, bariton sesi ve optimum başarıda vokalleri ile John Baizley’in muhteşem söz yazım kabiliyeti; Grammy ödüllü bateristleri Sebastian Thomson’un hikaye anlatır, şiir okurcasına çaldığı baterinin atakları gibi varlıklara, bir de Gina Gleason’ın hem gitardaki “eski okul” havalılığı hem de pek yırtıcı vokalleri ekleniyor 2017’de. Grup belki de en şaşalı dönemini yaşarken hem eski Sludge dinleyicilerinden hem de yeni nesil takipçilerinden çokça tebrik alıyor ve Gina’nın grubun kalbi haline gelmesinin de bir hayli payı olduğunu söylemem mümkün. Grubun röportajlarını da izlemenizi tavsiye ederim, ne kadar da alçakgönüllü nasıl da tatlı insanlar olduklarını görüp belki bir nebze daha hızlı ısınırsınız.

Albüm kapaklarını kendi başına tasarlayan kıymetli vokalistimiz John Baizley abimize ayrıca teşekkür ediyorum, çünkü artık bize renk tematiğinin sona erdiğini bu albümle aktarmış gibi duruyor. Dürüst olmak gerekirse buradan sonra Baroness nasıl bir şekil alacak, nasıl olgunlaşacak merak ediyorum ancak gelin biraz da albümün kendisine göz atalım.
Albümün Okuması
Embers ile fırtına öncesi huzurlu bir sessizliğe uyanıyoruz. Kuş cıvıltıları, akustik gitar ve eski bir piyanonun pes notaları ile mutlu bir melankoli ile güneşi doğuruyoruz. Bir albümde en sevdiğim şeylerden biri olan şarkıların birbirine bağlanması fenomeni bu albümde yer alıyor. Daha girişte Embers’ın outrosu ile Last Word’ün introsu bağlandığı an anlıyoruz ki bizi keyifli bir Rock ‘n Roll yolculuğu bekliyor. Last Word’ün Sol notasını bol bol titrettiği sert riff’lerin ardından sağlam bir hüzünle kaplanıyoruz, John Baizley her zaman yaptığı gibi meleksi temiz vokalleri ile içimize içimize göz yaşları dolduruyor. Bakın, daha beş dakika olmadı bile. Şimdiden duygu dalgalanmalarına gark olduk. I remember every last word / I remember it all derken Gina Gleason’ın kulak temizleyen solosuyla yüzleşiyoruz. Hemen ardından yüklenen, Black Metalvari bir riff ve “kreşendo” ile artık şahane bir vokal armoni ile baş başa kalarak bu trajik yolculuğu sonlandırıyoruz.
Bol dikenli güllerin arkasına saklanıyor, Beneath the Rose ile Mastodon-vari Baroness’e geri dönüyoruz. Bu şarkı size az da olsa Blood and Thunder’ı hatırlatmıyorsa ben bu işi bilmiyorum demektir… Gerçekten, ana riff o kadar Blood and Thunder ki anlatmak mümkün değil, kopya desem ayıp olur, esinlenme desem çok yetersiz. Sonra biraz havayı toparlıyor, Spoken Word (yani… dümdüz konuşma) havasında John Baizley’in bize -sanıyorum ki- bitirilemeyen bir aşkı anlatışına eşlik ediyoruz: You know I'll never let you down / This is not the hill that we die on.
Gerçekten çok güzel bir nakaratla ilerleyen şarkımız 4.40 gibi muhteşem bir outro ile kapanış yaptıktan sonra tüylerimiz diken diken bir şekilde Choir’e tertemiz bir geçiş yapıyoruz. Burada eski parçaları Tourniquet’e ve bir önceki parça Beneath the Rose’da bahsedilen the choir invisible comes knocking dizesine selam çakıldığını fark ediyor ve bu interlude’u geride bırakıyoruz. Dürüst olmak gerekirse, çok da bir şey anlamıyoruz, biraz fazla uzun bir interlude olduğunu düşünüyoruz.
Çok ani bir janr değişimi ile The Dirge’da çok tatlı bir ninni dinliyoruz, başımızda çok kıymetli bir arkadaşımız bize şarkılar söylüyor. Yalnızca bir dakika olmasına rağmen kelimelerle ifade etmesi zor güzellikte bir armoni yakalanıyor bu eserde, çok güzel sindiriliyor doğrusu.

Acaba Anodyne ile albümün -eğer varsa- ikinci partına mı geçmiş oluyoruz? Daha Heavy Metal tadında bir riff ile giriş yapıyor, gerçekten işleri biraz havalı hale getiriyoruz sanki. 2. Dakikaya kadar gayet sert, gayet “stinkface” ilerleyen bu eser 2. Dakikadan sonra bambaşka bir çalışmaya dönüyor. Gerçekten ufak bir “aman allahım anı” yaşıyoruz; armoniler ve yumuşacık melodilerle odaya bir anlığına aydınlık doluyor. Gerçekten albümün bence öne çıkan, tekrar tekrar sırf bu kısım için dinlenecek bir parçası bu, ne desem az kalıyor gibi.
Ardından buraya gelene kadar henüz karşılaşmadığım zenginlikte Shine ile adeta kapışmaya başlıyorum. Gerçekten, en son 2015 yılında çıkardıkları Chlorine & Wine’dan sonra böyle hissetmiştim. Muhteşem bir intro, altta riff devam ederken Gina ile John’un muhteşem armonileri… Hemen ardından gelen İ-NA-NIL-MAZ -ve insanda sözleri haykırma isteği uyandıran- nakaratları… Daha fazla bir detay vermek istemiyorum ve inanın bunu sadece dinlemeniz için yapıyorum. Soğuk bir outro ile kapatıyoruz parçamızı ve son üçlüye geçiyoruz.
Magnolia… Tatlı olanına pek de benzemeyen bir parça ile karşı karşıyayız. Gerçekten kompleks aslında, girizgahtaki huzurlu melankoliye kanmamak lazım çünkü birkaç dakika sonra sizi Mastodon-vari Baroness yeniden karşılayacak. Bu sefer, yine şu ana kadar karşılaşmadığımız bir Sludge ile karşılayacak hem de. John Baizley’in şu ana kadarki parçalarda duyamadığımız cinsten sert vokalleri ile yeniden tanışacağız; bu da belki bizim “albümün geri kalanı böyle sert mi devam edecek?” sorumuza yanıt olacak. Bakalım öyle miymiş diyerek Under the Wheel’a geçiyoruz.
Görece temposu daha düşük bir parçaya geçiyor, sakin sakin ilerlerken bir anda resmen BRUTAL bir dayağa şahit oluyoruz. Şarkı bizi yavaş yavaş döverken (Şaka yapmıyorum, gerçekten AĞIR bir parça bu) bir anda hiç beklemediğimiz synth’ler giriyor er meydanına. Çeşitli ses kırılmaları ile Bloom’a geçiyor ve cıvıl cıvıl bir Folk ninnisi ile albümü kapatıyoruz.
Evet… Rengarenk bir Baroness albümünün daha sonuna geldik. Beğenene göre bir aşure, beğenmeyene göre muhtemelen bir çorba, tema sevdalıları için muhteşem bir final, temayla ilgilenmeyenler için yeniden dinlemelere layık parçalar içeren bir albüm STONE. Folk’tan Heavy Metal’e, Sludge’dan Alternatif Rock’a pek çok farklı ezgiyle bir araya gelen bu esere mutlaka göz atmanızı öneririm… Ancak daha sert işler seviyorsanız, gerçekten biraz sizi sınasın istiyorsanız mutlaka Yellow & Green’den önceki işlere göz atın. İşin biraz daha melodik, biraz daha armonilerle dolu, biraz daha olgun halleriyle ilgileniyorsanız; mutlaka Purple’ı ve sonrasını dinleyin.
Şunu söylemek mümkün: Baroness gerçekten her tada uygun birbirinden zengin işler çıkarmayı, tüm bunları yaparken hatırlanmaya layık sözler yazmayı da ihmal etmeyen şahane bir grup. STONE ise biraz daha grubun “Sırada ne var?” sorusu ile karşılaşarak sağa sola boya sıçrattıkları bir Pollock tablosu gibi diyebiliriz. Dinlemeye değer mi? Kesinlikle. Daha iyisini yaptılar mı? Kesinlikle.
Bunlara bayıldım: Anodyne, Shine, Magnolia, Under the Wheel, Bloom
Şunları pek sevemedim: Choir, Last Word
Nihai skorum: 7/10




Yorumlar