High on Fire - Cometh the Storm
- kaanakmansss
- 26 May 2024
- 6 dakikada okunur
Hoyrat bir rüzgar eserken, sallanan gemi misali...

Buradan var olan ve artık nadiren konuştuğumuz tüm lise arkadaşlarıma selamlarımı gönderiyorum öncelikle. Yaşım 17 falan ama 17'ye giriş zamanları. Herkes o dönemler Taylor Swift'ler, Ed Sheeran'lar dinlerken ben elbette ki farklı bir şey dinlemek zorundaydım, yoksa var olmam çok zor olurdu. Zaten bugüne kadar hiç "nosnormal" var olamadım, hep biraz marjinalize olmam gerekti. "Farklılıklarınızı törpülemeyin, onları birer silaha dönüştürün" der Barbaros Şansal. Biraz onun gibi, biraz değil. Neyse.
O dönem Stoner Rock ile tanışıyorum. Electric Wizard dinliyorum, Sleep dinliyorum. Gerçek bir "kültür insanı" olduğumu belirtmek için Internet'teki nickname'lerimin çoğuna bong, 666, stoner gibi ibareler ekliyorum. Yazarken utandığım, o zaman için "hehehe bana soracaklar bu ne anlama geliyor diye, ben de kimsenin bilmediği şeyler anlatacağım" heyecanını hissettiğim bir durum.
Sleep'in yaklaşık 1 saat boyunca hiç ara vermeden doğaçlama çalışarak inanılmaz yoğun, duvar gibi sis gibi kapkalın bir atmosfer oluşturdukları Jerusalem'ine hayran kalmıştım. Orijinali Dopesmoker diye geçiyor ama ben Jerusalem'ciyim. Bilmeyenler için: Jerusalem, Dopesmoker'ın master edilmiş hali, biraz da kısalmış sanırım. 52 dakikalık bir ses duvarı şöleni.

Velhasıl kelam, sonra Sleep'in ilk albümü olan Holy Mountain'i dinlemeye başladım. O kadar çok dinledim ki algoritmam değişti. (Albümdeki favori parçası From Beyond olanlara selam olsun) Algoritmamın değişmesi sonucu High on Fire ile karşılaştım. YouTube var o zaman tabii, Spotify gibi bir servis yok. Deezer var ama yüzüne kimse bakmıyor. Videonun Thumbnail'ında çirkin dişli, kocaman gitarlı, skinny-fat bir ağabey vardı. Sonradan öğrendim ki bu ağabey Matt Pike imiş ve Sleep çoktan uykuya yatmış. Artık Sleep'teki saykodelik, yavaş, hücum kayıt delisi ve tekrara yönelik seslerden High on Fire'ın savaş davullarına, at koşturan riff'lerine, ortaçağ savaş silahlarını öven ve mitolojilere selam çakan tematik yaklaşımına geçmişiz. (Bu arada Sleep dağıldıktan sonra Rickenbacker'ıyla ünlü bassçıları Al Cisneros da OM'u hayata geçiriyor, biliyorsunuzdur.)
Sonra tabii Snakes for the Divine gibi muhteşem bir heavy metal / stoner doom karması albüm bitiyor, sonra Death is this Communion gibi insanı sıfırdan Seyit Onbaşı'na ya da Cengiz Kağan'a dönüştüren bir albüm yenip yutuluyor; günümüze geliyoruz. Aradan yıllar geçiyor, bir sabah uyanıyorum ve özellikle sporda bolca dinlediğim High on Fire'ın Cometh the Storm albümünün nihayet çıktığını duyuyorum. Karşıya geçmem gereken bir günde dinliyorum, sonra işe giderken dinliyorum, kulaklarımda bir bıkkınlık oluşana kadar bu rutin devam ediyor. Sonra da bir dizi yazı yazmak için dinlemeyi bırakıyorum, geriye bu albüme dair söyleyeceklerim kalıyor. İlk etapta Burning Down ve Cometh the Storm teklilerinin klipleri çıkmıştı, o günden beri bu albümün gelişini kolluyorum yalan olmasın. İçimde sağlam bir savaş müziğine hasret kalmış, bozkır bir ruhla başlıyorum albümü okumaya...
Albümün Okuması

Cometh the Storm, adıyla son derece uyumlu bir şekilde bir at koşturmasıyla karşılıyor bizi: Lambsbread. Metalde her zaman çok sevmişimdir gallop ritmini ama High on Fire yapınca da sanki bir at koşması değil de, plaka zırhlı bir atın sizi ezip geçmesi gibi oluyor. İlginçtir, Lambsbread albümün geri kalanıyla ilgili bize bir spoiler veriyor... Bu albümde az da olsa Türk folk ezgileri var; zaten albüme dair teaser röportaj verirken de biraz bahsetmişlerdi. Bassçımız Jeff Matz Türk ezgilerine, özellikle de bağlama ve saz gibi telli çalgılara dair duyduğu ilgisini birkaç kez belirtmişti, ilk kez Lambsbread'de birkaç tıngırdatma ile karşılanıyoruz. Albüm bizi silkeleyerek karşılıyor. Savaş meydanında, yüzümüz ve zırhımız çamura batmış şekilde kalkmaya çalışıyoruz. Dejenerasyona, onursuzluğa, şuursuzluğa ve menfurluğa yazılmış, küfür gibi bir şarkı... Burning Down. Klibinde de zaten AI ile oluşturulmuş bir dizi Kara Veba dönemi tasviri vardı, bir çürümeyi resmetmek için hem acımasız hem de oldukça etkili bir yöntem. Parça tabii ki bir savaşçı ağzıyla yazılmış; laf ebelerine ve omurgasızlara bir temiz laf sokmuş. Çok da AĞIR bir parça olduğu için Lambsbread'in bizi ezip geçen halinin üzerine kaymak olmuş. Çamurdan kaldırmıyor bizi, bir güzel dövüyor. Biz de acıyı bal eyleyerek Trismegistus'a geçiyoruz.

Kafamızı kaldırıyoruz neler oluyor diye, kum fırtınasının orta yerine atılıyoruz. Trismegistus baştan aşağı bir destan anlatıyor bizlere. Bir durum görseli çiziyor. Antik Mısır'a gidiyoruz. Osiris, Duat, Anubis gibi bildiğimiz bazı kavram ve isimler duyuyoruz. Matt Pike paşanın yeni gitar tonunun belki de en bariz örneğini görüyoruz, riff'ler kılıç darbeleri gibi inerken biz de kendi gardımızı kaldırıyoruz ama olmuyor galiba, başımızı eğiyoruz bu AĞIRLIK karşısında. Derken daha da ağır olan, albüme adını veren Cometh the Storm ile kucaklaşıyoruz. Cometh the Storm, Trismegistus'tan da AĞIR bir şekilde tokatlıyor bizleri sağ olsun. Kliplerinde de The Art of Self Defense albümündeki şövalye abiye atıfta bulunmuşlardı, pek güzeldi. NO KINGS HERE! sözüyle inliyor şarkı, yine protest, yine kral katili bir parça ile karşı karşıyayız. Nasıl bir AĞIRLIK bu? Altında kalıyoruz. Yılların eskitemediği Coady Willis, ikiz pedallara pıtı pıtı basarak bizi felaketler, musibetler ve alev alev yanan bir krallık ile baş başa bırakıyor.

Şimdi şaşırma zamanı. Bir bağlamayla karşılanıyoruz çünkü. EVET BAĞLAMA. ŞAKA DEĞİL BAĞLAMA. Düz bağlama. Yazının başında Jeff Matz'in Türk folk müziğine olan ilgisinden bahsetmiştim, işte baştan aşağı o ilginin ürünü olan bir parça: Karanlık Yol. AS BAYRAKLARI AS! diyoruz çünkü gerçekten parçanın adı Karanlık Yol. Türkçe yani. Bu kadar şaşırmalı mıyım bilmiyorum ama önceki albümlerde de Moğol ve Türk kültüründen çok esinlendikleri birkaç iş vardı; buna bambaşka şaşırdım tabii. Kendi mistik yaklaşımlarıyla Türk ezgilerini güzel pekiştirmişler, tatlı bir interlude olmuş. Çabana sağlık Jeff Matz.
Sol's Golden Curse ile aslında High on Fire'daki ağabeylerimiz ortaçağda yaşasa hangi safta yer alırdı daha iyi öğrenmiş oluyoruz: Kesinlikle asker olmazlardı, yağmacı olurlardı, cadı olurlardı, kült üyesi olurlardı, haydut olurlardı. Bu parça da tepeden tırnağa bu tema üzerine kurulmuş. Hatta yanılmıyorsam bir yağma yapılmış, yağma ile birlikte gelen katliam bir tanrıya adanmış, bu parça da bize onun betimlemesini çizmiş. Standart bir High on Fire şarkısı aslında, çok çok özel bir şey bulamadım. Çok alışık olduğum tınılar. Her albümün böyle filler'ları olur ya, bu da onlardan biri. Artık düpedüz savaştayız. Bir an için durun ve çamura saplandığımız ana geri dönün. Kafanızı kaldırdınız, üstünüze yaldır yaldır 100'lü 200'lü atlılar geliyor, mızrakları size doğrultulmuş, atlar her toprağa bastığında nallarından patır patır çamurlar dökülüyor. Ne yapacaksınız? Bunu düşünürken sizin silah arkadaşlarınız ile karşı taraf vıcık vıcık bir kılıç dövüşüne girişiyor ve siz arasında kalıyorsunuz... Terör, dayak, vahşet, kanlar, kemikler ve uzuvlar... The Beating tam olarak böyle bir eser. Konserde olsa dev bir Mosh Pit'te kaşınızı patlatırdınız, öyle bir parça. Sağlam bir MAŞALLAH çekiyoruz bu AĞIRlığa ve devam ediyoruz.

DAHA DA AĞIRLAŞIYOR. Tough Guy'da Matt Pike paşamız resmen gırtlağındaki viski ve sigara ile cilaladığı nodüllerini paramparça ediyor, ilk kez onu bu kadar haykırırken duyuyorum. Savaş Lordu modunu açmış, bir yandan Coady Willis resmen bateriye vurmuyor da bir örsü çekiçliyor gibi... Jeff Matz'in bassline'ları bizi hammala çeviriyor, boynumuz omurgamız bükülüyor... Bu albüm bizi yerden kaldırmamaya niyetli ya, ciddi diyorum. Bir kez daha dayak yiyoruz.
Lightning Beard ile yine Sol's Golden Curse'te olduğu gibi çok tanıdık tınılara geçiyoruz. Biraz daha Heavy Metal etkisi hissediliyor, zaten böyle Heavy Metal parçalarda böyle parça isimleri duymak çok alışıldık bir durum yine. Bence bu albümün başka bir filler'ı olmuş. Çok bayılamadım, açıkçası The Beating ve Tough Guy'ı arattı biraz.
Hunting Shadows'ta ise bu ufak çaplı hayal kırıklığı fazlasıyla telafi ediliyor. Matt Pike paşam yine resmen Guatr'a savaş açar gibi söylemiş, sesi yine hiç alışık olmadığım kadar yukarılarda geziyor. İlginç bir şekilde albümün geri kalanına kıyasla çok daha melodik ve temiz tınıları olan bir parça. De Vermis Mysteriis'teki çok sevdiğim birkaç işe benziyor. Çok güzel motivasyonel sözleri de var; yine protest tabii ki. Etrafımızdaki tüm yalanlardan; özellikle de medya, siyaset ve pazarlamadan uzak, hepimizin bir derdi olduğuna dair, bir şekilde hayattayız ve yola devam etmeliyiz diyen, Stoacı bir parça. Kıymetli bir eser, ben çok sevdim. Bu kadar kavga gürültüden sonra ateş başında düşünmeli bir parça ferahlattı gerçekten.
Jerusalem? Maddness of an Architect? Hayır, bu Darker Fleece. Albümün son parçası Darker Fleece, bizi geçmişe götürüp şöyle bir apıştırıp bırakıyor. Ben ilk iki dakika boyunca "Bi' dakika ya?" demek zorunda hissettim. Paragrafın başındaki iki parçayı da anımsatması ile birlikte gerçekten kasti şekilde nostalji amaçladığını düşünüyorum bu parçanın. Ama aman allahım nasıl bir AĞIRLIK bu? Parçanın son iki dakikası net bir şekilde Jerusalem'e ithaf, çok belli. Bu albümün kendi mini Jerusalem'i olması çok tatlı değil mi? Bir anda albüm kapağındaki turuncu, kanlı ve tozlu sis bulutu gökyüzünü kaplıyor ve o çürümüş gemi yelkenlerini yeni fırtınalara açıyor. Muhteşem bir bitiriş. Fırtına geldi.

Vay be. Ne albümdü ama.
Çeşitli dayakların ardından yine toparladık kendimizi, derin bir nefes aldık, belki biraz esneme hareketi yaptık. Uzun aradan sonra gelen bir High on Fire albümü insanı kesinlikle Heavy ve Sludge parçalara geri döndürüyor. Matt Pike'ın bu albümde kullandığı yeni gitarı Woodrite Warlord olsa gerek, farklı bir tınısı vardı. Her zamanki gibi ağır ama biraz daha tizdi. Coady Willins'i biraz daha agresif görmek isterdim, Jeff Matz ağabey bu albümün yıldızı oldu benim için diyebilirim.
Sludgeseverler, Stoner dinleyenler, Heavy ve Thrash sevdalıları bu albümü her halükarda çok sevecek. High on Fire delileri bence bu albümü biraz hızlı unutacak. Albüm çok güçlü, yenilikçi ve AĞIR bir dinlence sunuyor ancak Death is this Communion ile çıtayı çok yükseğe çektikleri için kapışması zor sanırım. Electric Messiah'taki Thrash'e yatkınlık burada yok, Death is this Communion'daki savaşçı ruh yok, De Vermis Mysteriis'teki ağırlık burada yok. Yine de burada yeni bir şey var ve muhtemelen oldukça güzel.
Çok alakasız ama: Melih Kibar'a saygıyla.
Bunlara bayıldım: Lambsbread, The Beating, Darker Fleece Şunları pek sevemedim: Lightning Beard, Sol's Golden Curse Nihai skorum: 7/10




Yorumlar