Lily Kershaw - Midnight in the Garden
- kaanakmansss
- 23 Oca 2024
- 5 dakikada okunur
Ağaçlar ormana, dönmeli yurdumda.

Baştan anlaşalım. Ben kahve içmeyi seven ve kahveden anlayan bir insan olduğumu düşünüyorum. Buna rağmen “dünyadaki en kötü kahve” denen Starbucks’ın çok ciddi bir taraftarı ve fanatiğiyim. Markanın kendisini seviyorum, yapacak bir şey yok. Americano’sunun saçma derecede fazla kavrulmuş kokusunu, filtre kahvesinin sulu sulu oluşunu, en çok da Mistik ve Fiesta sandviçlerini… Ve tabii ki mağazalarında çalan güzeller güzeli “Easy Listening” parçaları.
Hatta öyle ki çok uzun bir süre Starbucks müzikleri diye internette tarattım durdum, hatta gittim bir şubede “Pardon, bu playlist internette var mı?” dediğim de oldu. Sonucunda “Hayır, bunlar bizim kendi listelerimiz, genel merkezden yayınlanıyor.” gibi yanıtlar da aldım. Bir playlistin bu kadar gizemli olması zaten çok absürt ama buna da yapacak bir şey yok.
Gelelim bu yazının asıl konusuna o zaman: Lily Kershaw’ın kariyerinde dev sıçrama yapmasına ve hala daha müzik üretebilir konumda olmasına katkı sağlayan o minnoş albüm: Midnight in the Garden.

Bilmeyenler için biraz bahsedelim. Sevgili Lily, gerçek bir İsveç Çakısı diyebiliriz. Çocukluğundan bu yana asıl mesleği ve sevdası olan oyunculuğun yanına bir de müziği ekleyerek portfolyosunu genişletmiş. İki adet yardımcı yönetmen olduğu filmi olması yetmiyormuşçasına, Criminal Minds ve Law & Order gibi bazılarımızın çocukluğuna bile selam çakabilecek kadar köklü dizilerde oyuncu olarak yer almış. Criminal Minds’ın birkaç bölümünün tamamının soundtrack’ini yazmış.
Hatta bir de gereksiz bilgi var elimde: babası Glenn Kershaw, Criminal Minds’ın bölümlerinin bazılarında direkt olarak yönetmenlik yapmış.
Bugün göz atacağımız albüm 2013 yılından kalma. Büyük bir çoğunluğumuzun How I Met Your Mother, Ghost Whisperer, Shameless gibi dünya güzeli dizilerle, Twilight serisiyle, Tumblr denen ne işe yaradığını anlaması çok zor olan bir sosyal ağ ile uğraştığımız; kaygılarımızın inanılmaz az olduğu, battaniye altında kahve içmenin ve Retrica kullanmanın havalı sayıldığı yıllar. Müzikal anlamda konuşacaksak, Indie Folk’un yeni yeşerdiği yıllara denk geliyor; Midnight in the Garden da tam olarak bir Indie Folk çıkış hikayesi gibi. Uçtan uca çok tanıdık seslerin olduğu, dışarıda sulu sepken yağmur yağdıran bir albüm. Sanki Indie Folk’un en temel, en çıplak, en baz hali gibi.
E bu kadar hype yeter mi? Bence yeter. Biraz da albümü okuyalım.
Albümün Okuması


Albümün “Stop!” diye başlamasını çok şeker buldum. İlk şarkımız Marlboro Man. Zaten birkaç saniye sonra anlayacaksınız ki bu albüm böyle bir albüm; kafanızı karıştıran sorular, varoluşsal sancılar, poliritmler falan yok. Tertemiz, dupduru, normal hislere sahip, normal akışlara ve endişelere sahip. Bu parça da adını -reklamcı dostlara sevgiyle- gerçekten de Marlboro Adam’dan alıyor. Bilmeyenler için böyle bir karakter vardı, aslen Marlboro’nun bir HAS ERKEK sigarası olduğunu göstermek için yapılmıştı. Adam ata binerdi, kement atardı, güneşten yanıktı, muhteşem bir çenesi vardı ve tabii ki öğün öğün sigara içerdi. Marlboro Man isimli giriş parçamız da zaten “yiğitliğine b*k sürdürmeyen” bir sevgiliye ithafen yazılmış. Parçadaki “kovboy” temalı cümleler de iyi bir söz yazarlığını gözler önüne seriyor: “So pull the trigger nice and fast.” Ya da “Get out of my house, go have a smoke.”
Şimdi de durduk yere efkarlı efkarlı davranıp, kendinde asla bir suç bulmayarak Lily Kershaw’ın canını sıkan bir sevgiliye yazılmış bir parça var: Bathed in Blue. Buradaki Blue’nun efkar olduğunun altını çizmek lazım. Bir de dıngıl dıngıl bir banjo karşılıyor bizi bu sefer. Sanki Mumford & Sons’ın hit bir parçasını dinliyor gibiyiz. Sizin de içinizde bir Irish Pub’da bira içip dans etme hevesi oluşmadı mı?
Well I lost my innocence when in I let him dive / But the way that he looked at me / Made me feel alive… Muhtemelen tüm toksik ilişki yaşayan okuyucularım bu cümlelerde kendinden bir parça bulacaktır. Arpejlerle, piyanolarla çok tatlı, peri ışıklı bir hava oluşturmuş olsa da biraz arada kaynayıp gidiyor sanırım. Belki de bu albümle aynı ismi taşıyan sıradaki parçanın öne çıkması içindir, yani Midnight in the Garden.

Albümün imza parçası biraz daha karizmatik bir giriş yaparak listeye yerleşiyor. Açıkçası 4. şarkıya gelene kadar ısınma turlarından geçmişim ve şimdi bu parçayla karşı karşıyayım gibi oldu; asla yükselmiyor, hep aynı raddede kalıyor ve o melankoliyi 2-3 dakika kadar yaşatıyor. Çok güzel cümleler yakalıyorum burada, şuna bir bakın: Truth was unveiled by time / They come from the same bloodline. Lily’nin yazın yeteneğinin vokal yeteneklerinden bir iki gömlek üstte olduğunu düşünmeye başladım.
Trouble. Kulakta biraz country tadı bırakan bir parça, kendini tehlikeli göstermeye çalışan bir parça. Lily acaba asabi olmak için çok mu minnoş diye düşünüyorum ama sanıyorum minnoşluk ile asabiyet arasında bir bağlantı yok. Sonraki şarkımız Saved’de de çok güzel bir cümle kulağıma çarpıyor: Well I played up my virtue and hid my vice / I'd only show you naughty if you first showed me nice. Neredeyse tekerleme gibi, yine hafif içmeli, peri ışıklı Irish Pub atmosferine gark oluyoruz. Oysa ki şarkı “seninle eğlenmek güzeldi ama olmadı, görüşürüz” diyor. Bu tür kötü sonuçlanan flörtleri erkekler tarafından dinlemeye çok alışmışız sanırım, dinlerken bir ayıplayası geliyor insanın.
Sevginin iyileştirici olması gerekirken olamaması üzerine yazılan Better’ın hemen ardından Good Girl isimli bir parçamız var. Well you draw your gun like you draw me diye bir cümle yakalıyorum. Genel olarak kalıplara uymamak, beklentileri karşılamamak ve zaten bununla ilgili bir zorundalık hissetmemek üzerine kurulu bir parça. Derken Tokyo geliyor. Bu parçanın ağırlıklı enstrümanının Ukulele olması ve bu albümü oluştururken galiba Lily’nin henüz 20 yaşında olması gibi bir durum da var. Şu ana kadar net şekilde bir Beat duyduğum ilk parça bu. Tam bir yaz aşkı şarkısı.

Promised Land’e geldik şimdi. Bu sefer de bir beat yok, tamamen atmosferin içinde eriyip gittiğimiz türden bir parça. Daha fazla ambiyans, daha fazla yankı; benim gibi bir pedal manyağını çok mutlu ediyor. Albümün şüphesiz en iyilerinden. Hemen ardından gelen Ashes Like Snow da en az o kadar başarılı. Şu ana kadar dinlediğimiz iddialı “Ben tekim” parçalarına kıyasla çok daha çaresiz ve “Ne olur geri dön” diyen bir parça. Saçma şekilde çok daha yaratıcı geldi bu parça.
Belki de hislerimiz konusunda ne kadar dürüst olursak yaratıcılığımızı o kadar temiz kullanırız, ne dersiniz? “Fake it till you make it” her zaman işe yaramayabiliyor.
We All Grow Up’ta çocukluğumuzu özlüyoruz, nostaljik olup eski günleri hem gülüp hem ağlayarak yad ediyoruz. And we gave hell to our parents / We gave it to them good / We left them with poor credit scores / Then we left the neighborhood. Son parçamız Like the Sun’da umutsuzluğa kapılmıyor, yarına bir tık daha mutlu bakıyor, kendimize güvenimizi artırıp yalnız olmadığımızı hatırlıyoruz. Ve… albüm bitiyor.
Evet. Sadece 38 dakikalık minnaccık bir albümü geride bıraktık. Şarkılarımız zaten 2’şer küsür dakikalık. Akor düzlemleri, melodiler oldukça tanıdık. Atmosfer hepimiz için nostaljik ve biraz da özlediğimiz türden. Sahiden ya, uzun sarkık berelerimizi taksak; iPhone 5’lerimizi çıkarıp lise arkadaşlarımızla fotoğraf çeksek, ikili ekonomik menüler yesek çok güzel olmaz mıydı? Ergenken gerçek birer gerizekalı olmasak, biraz daha alttan almayı bilsek? Tumblr’da Edward ile Bella’nın iç gıcıklatan sahnelerine bakmak yerine biraz daha Kimya çalışsak? Özel üniversitelerin pek de bir işe yaramayan eğitimiyle devasa kredi yükleri oluşturmasak? Şüphesiz güzel olurdu ama sanırım pek çok şey için artık çok geç.
Artık havalar da soğuduğuna göre kahvelerimizi almaya gidip uzun vadede migrene sebep olan yapay ısıtıcıların ardında yaşanabilecek en gerçek şekilde aşklarımızı yaşamanın, atkılarımızı sevgilinin boynuna sarmanın, kapşonlumuzu aşık olduğumuz kişinin çantasına saklamanın ve toplu taşımayla eve dönüp yol boyunca yalnızca o kişiyi düşünmenin ve başka bir şey hayal etmekten çok da keyif alamamanın zamanı. Tabii tüm bunlar olurken arkada Lily Kershaw’dan Midnight in the Garden çalabilir, o ayrı.
Seviyorum Starbucks müziklerini, n’apayım?
Bunlara bayıldım: Midnight in the Garden, Tokyo, Promised Land, Ashes Like Snow, Like the Sun
Şunları pek sevemedim: Trouble, Good Girl
Nihai skorum: 6.5/10




Yorumlar